Gezi

Hortlak

Depremin yarattığı acılarla yanıp kavrulduğu bu zor günlerde, ruhum gezilerime değil anılarıma doğru gitti.

1999 yılının ilk şoku

1999 Ocak ayının son iş günü annem ve babam Adapazarı’na kardeşime gitmeye karar verdiler. Okullar yarıyıl tatilinde olduğu için kızları da götürmek istediler. İrem’i ne kadar ikna etmeye çalışsak da “Gitmem.” dedi başka bir şey demedi. Annemler mecbur kızları Ankara’da bırakmak zorunda kaldılar. O gün öğleden sonra saat 15:00 gibi babam arayıp yola çıkmak üzere olduklarını haber verdi. Ben de Ankara Tunalı’da bir bankada muhasebeciyim. Gün sonu, ay sonu işlemleri birbirine girmiş, kafamı kaşımaya zamanım yok. Alelusul bir şeyler konuşup, kapattık.

Tam gün sonunu tamamladığımız sıralarda 19:00 gibi Sinan aradı. Babamlar kaza yapmış. Düzce Devlet Hastanesi’ndelermiş. İşleri olduğu gibi arkadaşlarıma bırakıp Sinan’la yola koyulduk. Babam kazada kafasından darbe almış, beyin kanaması geçiriyormuş. Ameliyata almışlar fakat kanamayı durduramamışlar. Yolda ambulans helikopter, ameliyat için hastane filan ayarlayarak giderken Cankurtaran mevkiinde haber geldi. Babam vefat etmişti! Adeta yüreğime bir ok saplandı. Annemin de yaraları vardı ama durumu iyiydi. Uzun lafın kısası babamın vefatı, 1999 yılında yaşayacağımız acıların başlangıcı oldu.

Babamın beklenmeyen kaybından sonra toparlanamadık. En büyük bunalımı ise annem yaşıyordu. Kardeşim Mustafa Adapazarı’nda çalıştığı için hafta sonları Bolu, Akçakoca, Karasu, Amasra, Cide gibi yerlerde buluşuyorduk. Birlikte geçirdiğimiz hafta sonları anneme çok iyi geliyordu.

14-15 Ağustos 1999’da yine buluşmuş hafta sonunu Karasu’da geçirmiştik. Pazar akşamı dönerken annem kızlarla birlikte bir hafta Adapazarı’nda kalmayı teklif etmiş fakat İrem yine Nuh demiş peygamber dememiş Ankara’ya dönmek istemişti. Annem de kızlara kıyamayıp bizimle Ankara’ya dönmüştü.

1999 yılının ikinci şoku

O yıllarda annemle yan yana iki sitede oturuyorduk. Okullar kapalı olduğu için de kızlar annemde kalıyordu. 19 Ağustos saat 03:02’de 7,4 şiddetinde gerçekleşen “Marmara Depremi”nde annemle kızlar birlikteydi. Ankara’da bulunan bizler de çok ciddi anlamda depremi hissettik. Annemle telefonda konuştuk. Mustafa’lara ulaşamadığını söyledi. Ben de onu rahatlatmak için “Televizyon abartıyor. Uyuyorlardır. Sen merak etme.” dedim ama içim içimi yedi. Gerçekten telefonları çalıyor, cevap vermiyorlardı. Sabahı sabah ettik.

Bankanın kapı ve kasa anahtarları bendeydi. Saat 08:00’de kapıyı açtım. Kasanın anahtarlarını koruma görevlisi arkadaşıma bıraktım. Adapazarı’na kardeşimi ve ailesini aramaya gittiğimi, ne zaman döneceğimi bilmediğimi söyledim. Sinan’la birlikte süratle otobandan Adapazarı’na doğru yola çıktık.

O yıllarda Bolu Tüneli henüz açılmamıştı. Otobanın ilk kısmında depremin yarattığı bir sıkıntı yoktu. Bolu Dağı’nı rahat aştık. Fakat Düzce girişinde yıkıntılar başladı. Aklımıza otobanın zarar görebileceği gelmediği için 2. otobana girdik. Köprüler yer yer kırılmış, hatta yol kaymış, boşluklar oluşmuştu. Sinan arabayı çok hızlı kullanıyordu. Uzaktan yolların durumu anlaşılmıyordu. Birkaç kere filmlerdeki gibi resmen uçarak karşıya geçince Adapazarı’ndan önceki Akyazı kavşağından çıktık. Şehrin arka taraflarından Mustafaların yeni taşındığı, bir yıllık 4 katlı binaya ulaştığımızda saat 10:30 olmamıştı.

Ve bitişik nizam iki apartman çökmüştü. Başımdan kaynar sular döküldü! Şehrin yeni gelişen bölgesi olduğu için etrafta pek insan yoktu olanlar da hala şoktaydılar. İki apartmandakilerinde kurtulduğunu, yandaki binada bir dedenin enkaz altında olduğunu söylediler. Derin bir nefes alıp, bizimkilerden bir yaşam izi aramaya başladık. Mustafa’nın arabasının yarısı yıkık binanın altında kalmış fakat diğer yarısı bıçakla kesilmiş gibi sağlamdı. Araca dikkatli bakınca içinde tentürdiyotlu, kanlı gazlı bez ve pamuk gördük. Anlaşılan bizimkiler çıkmış ama birileri yaralıydı. Heyecanla kendimizi yakındaki özel hastaneye attık. Yaralılar, hastalar bahçede her yerde yatıyor, ağlıyor, yardım istiyordu. Herkes perişandı. Şehrin üstünde yıkıntıların oluşturduğu toz bulutu duruyordu. Bulabildiğimiz yetkili, isimleri bilmediğini, sağların arasında yoklarsa ölülerin arasına bakmamızı önerdi ve ölülerin bulunduğu salonu gösterdi. Bir de bahçede çamın altında küçük bir çocuk cenazesi olduğunu söyledi. Canhıraş koşturarak çamın altındaki bebeği buldum. Saat 11:00 suları olmalı. Ağustos sıcağı her yeri kavurmaya başlamıştı. Bebek sıcaktan şişmiş, üzerine sinekler konmuş, çoktan çürümeye başlamıştı. Yeğenim değildi!

O kargaşada bütün hastaneleri gezdik. Bütün yaralılara, ölülere baktık. Baktık diyorum çünkü onları aslında görmedik. Çok değil 2-3 saat önce yaşayan insanlar olduğunu algılayamadık. Sanki bir korku filminin içindeydik. Hiçbir şey gerçek değildi. Sanal alemin içinde adeta yüzüyorduk. O gün içimde derinlerde bir yerlerde bir şeyler kırıldı ve ruhumun parçaları gördüğüm yaralı ve ölülerin yanında kaldı.  Fakat ne kardeşim ne eşi ne de 1,5 ve 2,5 yaşlarındaki yeğenlerimden hiçbir iz yoktu.

Cep telefonları hiçbir yerde çekmiyordu. Hava kararmaya başlayınca annemin bizi merak edeceğini bildiğimiz için telefonun çektiği yere gitmeye karar verdik.

Telefon ancak Bolu Dağı’nın ortalarında çekti. Niyetimiz anneme her şeyi anlatıp bizimkileri bulana kadar aramaya devam edeceğimizi söylemekti. Ama annemin bize vereceği bir müjde vardı. Gerçekten kardeşim ve ailesi depremde enkaz altında kalmış. Vatandaşlar önce kardeşimi kurtarmış. Eşi o sırada uyanan yeğenlerimden birini yatağına yatırmak üzere çocukların odasındaymış. Nasıl olduysa büyük blokların arasında bir boşlukta kalmışlar. Vatandaşlar onları da kurtarmış. Yaralar, bereler sorun değil fakat yeğenlerimden birinin kolu ve kafasında kırıklar varmış. Tesadüf Mustafa’nın oradan geçen bir arkadaşı onları görmüş ve kendi arabasını vermiş. Böylece bizimkiler çoktan Ankara’ya gelip hastaneye yatmışlar.

Dönüş yolu boyunca Ankara’dan çıkan Kızılay Tırları, Askeri araç konvoyları hala deprem bölgesine doğru gidiyordu.

Sevinelim mi yoksa geride bıraktığımız diğer depremzedelere, yaralılara, vefat edenlere üzülelim mi ne yapacağımızı bilemeden Ankara’ya geri döndük. Ondan sonra her hafta sonu Adapazarı’ndaki depremzedelere kamyonlarla, aracımızla yardım götürdük. Bir süre sonra gittiğimiz yerlerdeki insanların gerçek depremzede olmadıklarını, çadır kurup gelen gideni kandırdıklarını, resmen soyduklarını fark ettik. Bu arada Mustafalar da konteyner evlere yerleşmişlerdi. Kendileri gibi gerçek depremzedelerle birlikteydiler. Böylece yardımlarımızı onlardan öğrendiğimiz kişilere, gerçek ihtiyaç sahiplerine teslim ettik.

Bu yaşadıklarımdan sonra hepimiz babamın vefatını kabullendik. “Kefenlenebildi, cenaze namazı kılınabildi. Mezarı var.” diye sevindik! Babamın vefatını duyduğumda yüreğime saplanan okun yarası ise hiç kapanmadı. Üzeri biraz kabuk bağlıyor o kadar. Hala oluk oluk kan akıyor.

6 Şubat 2023

19 Ağustos’taki depremin şokunu, arkasından gelişen travmayı da hiç atlatamadım. Çığlıkları, inlemeleri, tozu, toprağı, acıyı hiç unutamadım. Çam ağacının altındaki ölü bebeğe, yaralılara, ölülere, enkaz altındakilere sahip çıkamadım. Bunlar da yüreğime saplanan bir başka ok, boğazımda bir yumru, karabasan olarak yıllardır içimde yaşıyor. Yavaş yavaş küllendi. Kendimi affettim sanıyordum. Ama 6 Şubat 2023’te Kahramanmaraş merkezli 7,8’lik depremle birlikte 1999’da yaşadıklarım tekrar hortladı. Şimdi her şey başa sardı. Televizyon karşısında sadece olayları izlemek, oraya ulaşamamak, gitsem ne yapacağımı bilememek ayrı acı veriyor. İskenderun’da dünürlerim yaşıyor. Bütün sülale orada. 3 kişilik bir aileyi ise maalesef kaybettik. Acımız büyük. Diğerlerinin iyi oluşuna şükrediyoruz. Evleri hasarlı. Yağmalamadan korktukları için gelemiyorlar. İnşallah en kısa zamanda gelecekler. İlerleyen günlerdeyse bölgedeki depremzedelere yine evlere teslim edilmek üzere destek olmaya çalışacağız.

Bence

Yaşadıklarımızdan çıkardığım naçizane tespitlerim şöyle:

AFAD kendi ekiplerinin organizasyonunu, acil durum planını tekrar gözden geçirmeli. Örneğin; Ardahan’da yaşanan olaya, Edirne’de bulunan AFAD derhal toparlanıp saatler içinde müdahaleye katılabilmeli. Bunun da tatbikatı şart.

Yine AFAD derhal T.S.K., Emniyet Genel Müdürlüğü, Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Diyanet İşleri, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, TMMOB İnşaat ve Makine Mühendisleri Odası, Akut gibi kurum ve sivil toplum örgütleriyle bir organizasyonda iş bölümü yapması, herkesin sorumluluk alanlarını ve görevlerini tanımlaması, olay gerçekleşir gerçekleşmez birkaç saat içinde herkes kendi görev sorumluluğunda operasyona başlaması. Dolayısıyla bunun için yılda en az 2 kere tatbikat yapması gerekir. (Afet anında Çocuk Esirgeme Kurumu, Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının derhal devreye girerek sahipsiz kalan küçük çocukları korumaya alması, Diyanet İşleri’nin cenazeleri teslim alması, defnetmesi şart.)

Okullarda her yıl yaş gruplarına göre AFAD tarafından uygulamalı ilk yardım dersleri verilmeli. Küçüklere sadece nasıl korunacaklarını değil, deprem ya da sel gibi doğal afetler sonrası ebeveynleri olmadığında ne yapacakları, gençlereyse arama kurtarma öğretilmeli.

Kadın/erkek tüm yetişkinler için de “Arama kurtarma tatbikatı” zorunlu olmalı. Örneğin her 5 yılda bir 1 hafta bu eğitimler tekrarlanmalı.

Sıralama uzar gider. Bunlar en acil olanları.

Son olarak; yaşanan bu büyük depremden sonra Marmara’da yine büyük bir deprem ve İstanbul konuşuluyor. Görünen o ki artık İstanbul ve çevresinin durumu çok çok acil! O yüzden bütün binaların durumu tespit edilip yönetici ve kat maliklerine/ kiracılara imzalı bir şekilde bildirilmeli. Herkes bir an evvel başının çaresine bakmalı. Sonra dökülen yaşlar işe yaramıyor.

Biliyorum hepimizin söyleyecek çok şeyi var. Ben şanslıyım sizlerle acılarımı, duygu ve düşüncelerimi paylaşabildim.

Gelecek sayımızda inşallah kaldığımız yerden Karadeniz’in dumanlı yaylalarından devam edebiliriz. Şimdilik hoşça kalın.

Hayallerinize dokunmanız dileğiyle….

 

Loading

Paylaş :

Comment here