Gezi

Portekiz Gezi Notları 4 Lizbon ve Sintra

Sonunda başkent Lizbon’a ulaştık.

Tejo Nehrinin yaptığı halicin çevresinde neolitik çağdan beri bir yerleşim varmış. Keltler, Fenikeliler, Romalılar, Vizigotlar, Vandallar, Mağribiler bölgede yaşamış. 1147 yılında Afonso Henriques ’in fethiyle Portekiz topraklarına katılmış.

Şehir nehrin iki yakasındaki tepeler üzerine kurulmuş. Renkli, canlı, sıcak ve nostaljik. Müzeleri, meydanları, seyir terasları, görkemli katedralleri, yokuşları, kafeleriyle gezilip görülecek pek çok yeri var.

İlk olarak 28 no.lu tramvayla başlayalım. Şehrin en turistik bölgesi olan Alfama, Baxia ve daha çok halkın yaşadığı Etrela ve Graca bölgelerinde ring yapan bu nostajik sarı tramvaylar hem şehrin sembolü hem de şehri keşfetmek için ideal bir seçenek.

Gülbenkyan Müzesi

Gülbenkyan Müzesi, İş adamı Klaust Gülbenkyan ’a (1869-1955) ait özel sanat koleksiyonu. Ölümünden sonra Gülbenkyan Vakfı tarafından bu müzede sergilenmekteymiş. Müze bünyesinde 6000’in üzerindeki eser bulunuyormuş. 1000 tanesiyse daimi olarak sergideymiş. Gülbenkyan İstanbul doğumlu, tahsilini İngiltere’de yapmış. 1. Dünya Savaşı yıllarında İngiliz vatandaşlığına geçmiş. Sonra petrol işine girmiş. Allah “Yürü ya kulum.” demiş! Çok büyük bir servet edinmiş. Daha sonra Lizbon’a yerleşip, koleksiyonunu da vakfa bağışlamış. Zaten müzeyi gezerken İznik çinileri, yazmalar, takılar, halılar Osmanlı-Türk eserleriyle karşılaştık. Ayrıca Antik Yunan, Mısır, Ermeni, Mezopotamya eserleri, tablolar, hatta mobilyalar bile vardı.

Müzede ayrıca geçici sergilerde oluyormuş. Şansımıza Kudüs’te bulunan Terra Sancta Müzesine ait, Avrupa Kralları tarafından kutsal topraklara hediye edilen hazineler sergileniyordu. Altın, gümüş gibi değerli madenler ve taşlarla süslü eşyalar, minyatürlerle detaylandırılmış dini kitaplar, şatafatlı dini kıyafetler veeee Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs’te din serbestliği verdiği fermanıyla, 1741 yılında Napoli’ye görevli gönderilen Hacı Hüseyin Efendi’nin Giuseppe Bonito tarafından yapılan tablosuna rastladık.

Jeronimos Manastırı

Dünya anıtsal yapıları arasında bulunuyormuş. Manastır 16.yy’ın başında Vasco de Gama ve diğer denizcilerin sefere çıkmadan dua ettikleri eski bir şapelin üzerine yapılmış. Yapımı 100 yıl sürmüş. Vasco de Gama’nın Hindistan’dan dönüşü şerefine inşa edildiği, yaklaşık 70 kg. altına mal olduğu rivayet ediliyormuş. Geç gotik, Manuelin, ve Rönesans mimarisinin bir sentezi olan manastıra hayran olduk. İçinde şair, din adamı, bürokratların mezarları vardı. Taş işçiliği, mimarisindeki zarif ince detayları, taş lahitler göz kamaştırıcıydı.

Manastır kısmı ücretli, kilise kısmıysa halka açık. Burada da Vasco de Gama, şair Luis de Camoes, kral ve kraliçelerin mezarları var. Yine taş oymacılığı, mimarisi, ambiyansıyla göz kamaştırıyordu.

Kâşifler Anıtı

Manastırdan nehir kıyısına inerseniz karşınıza ünlü Kâşifler anıtı çıkar. 1940 yılında Dünya Fuarı için inşa edilmiş. Malzeme olarak ahşap ve alçı kullanıldığı için bozulmuş. Heykel çok beğenilince, 1960 yılında coğrafi keşiflerin babası Prens (Denizci) Henry’nin doğumunun 500. yılı anısına betondan tekrar yapılmış. Prens Henry en önde nehre bakıyor, arkasındakiler Vasco de Gama, Magellan, Bartolomeu Dias gibi kaşif ve dönemin önemli insanlarının heykelleri.

Pastais de Belem

Pastel de Nata olarak bilinen Portekiz’in meşhur tatlısının ünlendiği pastane, 1837 yılında kurulmuş. Rivayete göre nataların tarifini Jeronimo Manastırındaki keşişlerden almışlar. Tarif sadece sözlü olarak veriliyormuş. Milföy hamurunun içine,koyu kıvamlı muhallebi konularak pişiriliyor üzerine pudra şekeri, tarçın dökülüyor.

Pastanenin önünde bitmeyen bir kuyruk var. Masada oturarak yemek hayal. Bizde natalarımızı alıp dışarıda yedik. Portekiz’e geldiğimizden beri her yerde nata yedik. Acayip beğendik. Büyük marketlerde de var üstelik pastanedekilerin yarı fiyatına, laf aramızda pastanelere on basar!

Belem Kulesi

Denizden şehre giriş çıkışın kontrol edilmesi amacıyla, 1512 yılında Vasco de Gama anısına yapılmış. Zaman içinde deniz feneri, hapishane, gümrük kontrol noktası olarak kullanılmış. Neo gotik, Manuelin tarzı mimarisiyle dikkat çekiyor. Kâşifler en son buradan geçerek bilinmeze gitmişler, yaniburası yeni dünyaya açılan bir kapı.

1755’te merkez üssü Atlantik Okyanusu olan Lizbon depremi tarihte en yıkıcı ve ölümcül deprem olarak kaydedilmiş. Depremin arkasından tsunami ve şiddetli artçı depremler olmuş.Yaklaşık 100.000 kişinin öldüğü kayıtlara geçmiş. Belem kulesi, işte bu korkunç depreme dayanmış, az hasarla atlatmış.

Ticaret Meydanı

Tagus Nehrinin kıyısındaki meydan, gemilerin malları getirip, götürdüğü yer. Nehir kıyısındaki mermer merdivenler seferden dönen hanedan üyelerini şaşalı bir şekilde karşılamak için yapılmış. 1755 depreminden önce burada bir saray varmış ancak depremde yerle bir olmuş. Meydanın çevresinde nostaljik binalar ve şehrin bir başka sembolüolan Zafer Takı var.

Santa Justa ve Bica Asansörleri, katedral, Carmo Manastırı, Deniz Müzesi, Graca Meydanı, Libertade Caddesi, LX Factory, mezarlık, pembe cadde, San Antonia Kilisesi ve daha birçok yeri gezdik. Laf aramızda gezdiğimiz yerler kadar gezemediğimiz yerler de var.

Sintra’yı geziyoruz

Lizbon’un soylu, aristokrat aileleri tarafından sayfiye olarak kullanılan ve dağlar arasına saklanmış kasaba, UNESCO kültür mirasına girmiş.

Pena Sarayı

12.yyda sarayın bulunduğu yerde bir şapel varmış. 15.yyda yanına manastır eklenmiş. 1700’lü yılların başında manastıra şimşek düşmüş. 1755’teki depremde üstüne tuz biber ekmiş. Manastır yerle bir olmuş. Şapel kullanılmaz hale gelmiş. 1800’lü yılların ilk yarısında Kral II. Ferdinand manastır ve çevresini satın alarak kraliyet ailesi için yazlık saray inşa ettirmiş. Gotik, Romanesk, Manuelin ve İslam mimarilerinin bir sentezi olarak kayaların tepesine kurulmuş. Sarı, mor, kırmızının en parlak tonlarına boyanmış kuleleri, terasları, kemerleri, asma köprüsü, anıtsal kapılarıyla masaldan fırlamış gibi. 19.yy Romantizm akımının en güzel örneklerinden. Sarayın dışı kadar içi de çok güzel ve incelikle döşenmiş.

2000 hektarlık bahçesini kral yine kendisi tasarlamış. Pena parkının içinde işaretlenmiş labirentimsi yollar, çeşmeler, havuzlar, göller, heykellerle süslenmiş. Saray kadar güzel.

Biletimizi saat 10:30 için almıştık. Park yeri olmadığı için aracımızı şehirde bırakıp otobüse bindik. Otobüs yolculuğu 1 saat sürdü. Pena parkında indik. Kapıda biletimiz kontrol edildi içeri girdiğimizde saat 10:10’du. Önceden okumuştuk. Saray girişi yukarıda diye. Hemen koşarak shuttle servislerinin olduğu yere gittik. Aracın gelmesine 20 dk. vardı. Bizim 15 dk. sonraSaraydan içeri girmemiz lazımdı. Yokuş yukarı koşmaya başladık.Bundan sonra iki kere daha bilet kontrolünden geçtik. Sonunda uzun bir kuyruğa girdik. Saat 10:35 olunca panik halinde görevliye ne yapacağımızı sorduk.  “15 dk. opsiyonunuz var” dedi. Beklerken bir aile ilk kontrol noktasını saray girişi zannetmiş.Bahçeyi gezerek gelmiş.Görevliler“Saati geçirdiniz giremezsiniz.” diyorlardı. Bağrış çığlık oldu ama almadılar. Kuyruğun bitiminde bilet saatimizin kontrolüyle içeri girebildik. Aklınızda bulunsun eğer saatli bilet veriyorlarsa en fazla 15 dk. opsiyonunuz var. Yetişemezseniz biletiniz yanar!

Mouros Kalesi

  1. yy.da Mağribiler tarafından Santra’yı korumak için inşa edilmiş bir ortaçağ kalesi. Gittiğimizde çok sisliydi. Biraz bekleyince hava açıldı. Kaleyi, Pena Sarayını, ormanı ve büyüleyici manzarasını görebildik.

Quinta da Regaleira

17.yy sonunda yapılmış. Çeşitli aileler tarafından kullanılmış. 1892 yılında CarvalhoMonteiro isimli bir böcek bilimcisi tarafından satın alınmış.  Yaşam alanı olan saray kısmının mimarisi ve içi her şeyiyle çok güzel. Ancak bahçesi muamma!

Bahçede bulunan bir kuyu ise ayrı bir muamma. Adı kuyu ama içinde su yok. Taş merdivenlerden dönerek aşağıya iniliyor. Merdivenler her biri 15 basamaktan oluşan 9 bölümden oluşuyor. Burada Dante ’nin “İlahi Komedyası”na gönderme yapıyormuş. Cehennem, Araf ve Cennet. Kuyunun dibine iniş cehenneme inmeyi, dibi ölüm, doğum veya yeniden doğma ya da arınmayı temsil ediyormuş. Kuyunun dibinde mermerden aile arması vardı. Arma bir Mason tarikatı olan “Gül Haç” tarikatının simgesiymiş. Kuyudan çeşitli galeriler ve tünellerle sarayın değişik bölümlerine geçiliyormuş. Biz sadece bahçeye açılan tüneli görebildik. Diğer tüneller kapalıydı. Yine rivayete göre burada seremoni yapıldıktan sonra sarayda tarot falı bakılıyormuş.

Roca Burnu

Avrupa’nın en batı ucunda bulunan Roca Burnuna ve deniz fenerine de gittik. Sarp kayalıkların oluşturduğu burun, Atlas Okyanusunun deli dalgalarının dövdüğü, şiddetli rüzgârların estiği bir yer. O yüzden 14.yy sonuna kadar “Dünyanın bittiği, denizlerin başladığı yer.” deniliyor. Dünyanın sonu sanılıyormuş. Gerçekten ıssızlığın içindeki manzara nefes kesiciydi.

Böylece Portekiz gezimizi tamamlamış, Avrupa’nın sonuna gelmiş olduk! Herhalde bundan sonraki yolumuz Atlas Okyanusunu aşmak olacak!

Hayallerinize dokunmanız dileğiyle…

Loading

Paylaş :

Comment here