Gezi

Ürdün Gezi Notları 2 Vadi Rum ve Petra

Ürdün’ün en gizemli yerlerinde hayallerimize dokunmaya devam ediyoruz. Bu yazımızda ilk durağımız Vadi Rum. Vadiye adını veren Rum Kasabası’nın girişinde turizm ofisi var. Buradan bilet alıyor ya da Ürdün’ün Jordan Pass müze kartını gösteriyorsunuz. Yoksa ne kasabaya ne de vadiye girebiliyorsunuz. Biz Jordan Passları gösterip devam ettik. Kasabanın girişinde, kalacağımız kampın görevlisi bizi karşıladı. Araçlarımızı burada bırakıp hep birlikte kampa ait olan eski, toz, toprak içindeki jeeplere binip çöle girdik.

Vadi Rum

Batan güneşten kalan alaca karanlık içinde kızıl tozları savura savura kamp alanımıza ulaştık.

Kalış yerimizi ayarlarken hem ekonomik olması hem de otantik olması nedeniyle Bedevi Çadırlarını tercih etmiştik. İlk izlenimim Bedevilerin çok modernleşmiş oldukları oldu. Kaldığımız odacıkların dış cephesi yine kıldan fakat yerden yükseltilmiş, resmen kutu gibi bir şey yapılmış. Anlaşılan artık çadır kalmamış.

Çölde Yemek

Heyecanla odacıklarımıza eşyalarımızı bırakıp, akşam yemeğine gittik. Zarb veya Bedevi Barbekü dedikleri yemeği anlatmak ve göstermek için bizi dışarıya çıkarttılar. Bedeviler bu yöntemi uzun zamandır kullanıyormuş. Derin kazdıkları çukurlarda köz haline gelmiş kömürün üzerine metal raflara yerleştirdikleri tavuk veya etle çeşitli sebzeleri koyup üzerini kapatıyorlarmış. 2 – 2,5 saat arasında pişiyormuş. Veee bizim için hazırladıkları Zarb’ı mis kokular eşliğinde açtılar. Ardından çeşitli salatalar ve pilavla ikram ettiler. Yemek de salatalar da çok lezzetliydi. Sonrasında dışarda yaktıkları ateşin başında oturup sürekli kaynayan nane çayından içip diğer konuklarla sohbet ederek yıldızları seyrettik.

Çölde ilk gece ne üşüdük ne de terledik.

Ertesi gün kahvaltıda hoş bir sürprizle karşılaştık. Macaristan’dan gelen çiftin 9 aylık oğlu Obi de uyanmış kahvaltı yapıyordu. Nasıl tatlı bir bebek hiç yabancılık çekmedi. Ebeveynlerinden izin alıp hepimiz sevdik. Böylece onlar da rahat bir nefes alıp kahvaltı yapabildiler.

Vadide Gezinti

Kahvaltı sonrası için tam gün tur ayarlamıştık. Jeeplerle tangır tungur düştük yollara. İlk durağımız Arabistanlı Lawrence’ın suyun bulunduğu bir tepede saklanıp çölü gözlediği yer oldu. Kayaların arasından hoplaya zıplaya suyun çıktığı yere tırmanıp Lawrence’ın gözüyle etrafı izledik. Bir de çölün farklı bir yerinde de karargah olarak kullandığı evi gezdik. Yıkılmış harabe olmuş ama yine de gururla gösteriyorlar. Milliyetçilik akımının başladığı dönemde, Arapları Osmanlıya karşı kışkırtan Lawrence hakkında anlatılacak çok şey var. Başlı başına bir konu aslında.

Biz çöle dönecek olursak, Lawrence’ın gözetleme yaptığı yerin altında bulunan kayalıklarda M.Ö. öncesi ve sonrasına ait az sayıda hiyerogrif ve yazılar bulunuyor. Asıl bundan sonra gittiğimiz Khazali Kanyonu efsaneydi. Paleolitik çağdan beri insan varlığının işaretleri olan petroglifler, Nebatice gibi çok eski dillerle Arapça yazılmış yazılar kanyonun tahminen 100 m.lik girişine kazınmış. Geçmişi anlatan adeta büyük bir kitaplık gibi (Tabii okumasını bilene).

Bölgede yapacak çok şey var. Turumuz bizi birbirinden ilginç 2 kaya köprüsüne götürdü. Küçük Köprü’ye tırmanış kolaydı ama Um Frouth Köprüsü’ne tırmanmak azıcık zordu. Zaten tırmanış patikası yol geçen hanı gibiydi, inenler çıkanlar gırla gidiyordu. Allahtan tırmandığımız kayalar kaygan değildi ve ayakkabılarımızı tutuyordu. Yine de tırsmadım dersem yalan olur. Tepedeyse fotoğraf çektirme kuyruğu bizi bekliyordu. Bütün zorluklara rağmen o fotoğraflar çekildi.

Derin küçük bir kanyonda 2 km.lik güzel bir yürüyüş sonunda rengarenk kumlardan oluşan tepelerine tırmanıp, inmekten bitap olmuş bir halde güneşin batışını izlemeye gittik. Havada çok fazla toz bulutu vardı. Okuduğum yazılardaki gibi muhteşem bir gün batımı göremedik. (Bence en güzel gün batımı Erdek’te ve Kapadokya’da oluyor.) Güneş toz bulutunun içinde kayboldu. Doğru düzgün bir kızıllık bile yapmadı. Böylece meşhur Rum Vadisi’ni tamamlamış olduk.

Hicaz Demiryolu Hattı

Sırada Petra Antik Kenti vardı. Ancak öncesinde dedelerimizden kalan, ancak Arabistanlı Lawrence gibi İngiliz ajanlarının kışkırttığı Şerif Hüseyin ve Bedevi Şeyhlerinin sürekli tahrip ettiği ve sonunda kullanılmaz hale gelen Hicaz Demiryolu Hattı’nın bir istasyonunu ziyaret ettik. (Eğer bu hat tahrip edilmeyip kullanılabilseydi, eminim Trans Sibirya Tren Hattı’ndan çok daha popüler olurdu.) Çok ilginç gittiğimizde tren yoktu fakat yolun hemen arkasında çalışır halde bir helikopter, etrafta polisler ve insanlar vardı. Birden helikopter kalktı. Uzaktan tren gelmeye başladı. Kalkan helikopter trenin üzerinden uçmaya başladı. Her tarafı toza buladı. Tabii böyle bir ambiyansı görünce biz de atlayıp fotoğraf ve video çekmeye başladık. Sonra öğrendik ki birkaç gündür burada film çekiliyormuş. Biz son gün, son sahneye denk gelmişiz.

Petra

Vadi Rum ve Petra arası yaklaşık 120 km. olmasına rağmen gezerek gidince Petra’ya ancak akşam ulaşabildik. Şehir aynı Mardin gibi dik bir dağın yamacına kurulmuş. Gece gerdanlık, gündüz mezarlık tipinde. Kaldığımız evin konumuysa bütün şehre hakim olan bir tepedeydi. Dik, daracık, sıkıntılı yollardan ulaşılıyordu fakat müthiş manzaralı, temiz ve güzeldi. Ancak bizim gözümüz bir şey görmüyordu. Akımız fikrimiz Petra Antik Kenti’ndeydi. Sabahı zor ettik. Açılış saati olan 6:00’da tam kadro hazır ve nazırdık. Jordan Passlarla giriş yaptık. Ağzımız bir karış açık yürümeye başladık.

 Petra Antik Kenti

Yunanca taş anlamına gelen şehir M.Ö. 400 ile M.S. 106 yılları arasında yaklaşık 500 yılda bedevi bir uygarlık olan Nebatiler tarafından kumtaşı bir kanyonda inşa edilmiş.

Dönemin ticaret yolu üzerine kurulması onu günden güne zenginleştirmiş. Bu da Nebatilerin sonunu hazırlamış. Romalılarla yapılan savaşları kaybeden Nebatiler tarih sahnesinden silinmiş. Petra’ya bir dönem Romalılar, sonrasında imparatorluğun bölünmesiyle Bizanslılar hakim olmuş. Ardından yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmiş ve tarihin tozlu sayfalarında hayali bir şehir olarak kaybolmuş. Ta ki 18 y.y.da maceraperest bir gezgin tarafından keşfedilinceye kadar. Keşifle birlikte Petra tekrar gün yüzüne çıkmış.

Neden yok olduğu kesin bilinmiyor. Ancak Kuran’da, Salih Peygamber’in taş işçiliğinde mükemmel olan Semud Kavmi’ni putlardan vazgeçip Allah’a inanmaya davet ettiği fakat kavmin, Hz. Salih’in mucizesi olan dişi deveyi öldürmesi sonrasında Allah tarafından şiddetli bir sarsıntıyla yok edildiğinden bahsediliyor. Bu şehrin de Petra olduğuna inanılıyor.

Antik Kenti Geziyoruz

Siq Yolu’nda, gün ışığıyla renk değiştiren kayaların arasından neredeyse her adım başı fotoğraf çekerek yürüdük. Sabahın erken saati olduğu için ziyaretçi azdı. Antik barajı, deve kervanlarını anlatan heykel kabartmalarını, tapındıkları tanrı sembollerini ve taş mezarları gördükten sonra El Hazne ya da Hazine’ye ulaştık.

Dönemin mimari harikası olan bina, tepeden oyularak yapılmaya başlanmış. Binanın yan tarafındaki merdiven çıkıntılarını görebildik. İçine girilmesi yasak olan binanın dış yüzünde çift baltalı dans eden Amazonlar, Medusa başı, İssis’in tacı gibi pek çok ölümü temsil eden oymalar bulunuyor. Yakın zamana kadar yapının ne için yapıldığı bilinmiyor, Firavunun hazinelerini sakladığı rivayet ediliyormuş. Ancak zeminin daha aşağıda olabileceği düşünülerek yapılan kazıda 4 gömü odası ve 11 kişinin iskeletiyle mezar hediyeleri bulunmuş. Yani El Hazne’nin aslında mozole ve tapınak olduğu böylece ispatlanmış. Biz de bu harika yapıyı gezdiğimiz 2 gün boyunca inşa tekniğini, yapımdaki inceliği ve zarifliğini hayranlıkla seyrettik.

Roma döneminden kalan tiyatro, dünyada blok kayaya oyularak inşa edilmiş tek tiyatro olma özelliğine sahip. Sütunlu cadde, tapınaklar, kraliyet mezarları, 2 Nebati Tanrısını temsil eden 7 m. boyundaki Obeliskler gördüğümüz diğer yerler oldu.

Antik kente ne kadar erken giriş yapsak da Ad-Deir Manastırı’na güneşin altında 822 basamak çıkarak ulaştık. (Toplamda 11 km .yürüyerek ulaşıyorsunuz. Bir de bunun dönüşü var. Sanıyorum o gün 25 km. yürüdük.)  Bu Manastır, El Hazne’den sonra 2. en ünlü anıt, büyük muazzam bir yapı.

Antik kenti gezmekte zorlananlar için yerli halkın taksi dedikleri eşekler, Mercedes dedikleri atlar, Ferrari dedikleri develeri kiralaya biliyorsunuz. İçerideki WC’ler temiz, ücretsiz her yerde var. Kafeler de var ancak biliyorsunuz Ürdün pahalı. Burası ise 2 hatta 3 katı pahalı. Biz sandviç ve sularımızı gelirken getirdik. Acıkınca da keyifle hem antik kenti seyrettik hem de yedik.

Böylece yazımızın da sonuna geldik. Gelecek sayımızda Lut Gölü’nde buluşmak üzere. Hayallerinize dokunmanız dileğiyle…

Loading

Paylaş :

Comment here