Gezi

Orta Vietnamda

Orta Vietnam’da Nang – Hoi  An

Günlerden bir gün; Mısır’a gitmekte olan Fransa Kraliçesi Eugenie, İstanbul da Sultan Abdülaziz‘e misafir olur. Yanında aşçısını da getirmiştir. Mutfakta, Türk aşçılarla birlikte yemek yaparlar. Fransız aşçının beşamel sos hazırlayışı, aşçılardan birinin dikkatini çeker.  Karışıma közlenmiş patlıcan ekleyince tadını çok beğenir. Kuzu eti ile birlikte Sultan Abdülaziz ’e ikram eder. Hünkar yeni yemeği çok beğenir. Bundan sonrada adı “Hünkar Beğendi” olarak kalır. Şimdi diyeceksiniz ki, Vietnam deyip sonra da, konuyu Sultan Abdülaziz’e nasıl getirdin? Anlatayım!
Geçtiğimiz ay içinde Vietnam’ı gezmeyi planlamıştık. Ho Chi Minh’den başlayıp Hanoi’den döneceğimiz bir gezi güzergahı oluşturduk. Orta Vietnam’ın Da Nang, Hoi An, Hue şehirlerini  tercih ettik. Haydi başlayalım gezmeye!
DA NANG

Zaman içinde Thu Bon nehrinin taşıdığı alüvyonlar karaları genişletmiş. Bu da nehir üstündeki antik liman şehri Hoi An’ın önemini yitirmesine neden olmuş. Yeni büyük bir limana ihtiyaç duyulmuş. Böylece Han nehri üzerinde Da Nang şehri kurulmuş.
Şehir, Han nehri boyunca yürüyüş yolları, parklarla çevrilmiş. Diğer tarafında ise Çin Denizi bulunuyor. Burada ki güzel kumsalları, birbirinden lüks uluslararası tanınmış oteller kapatmış. Halk, sahile ulaşamıyor. Nedense bu manzara bana çok tanıdık geldi!
Da Nang’ın çok eski bir geçmişi yok. Fakat bölgede 5. İla  15. y.y. arasında çok güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Chamlar’dan kalan eserlerin bulunduğu Cham müzesi var. Denizci bir kavim olan Chamlar, Hintli denizcilerden etkilenip Hinduizm’e inanmışlar. Bölgeye Hindu tapınak-kulelerini yapmışlar. Daha sonra yine Hintli denizcilerden etkilenerek İslamiyet’e geçmişler. İmparatorluğun yıkılması ile Hinduizm’e inananlar Hindistan, Tayland, Kamboçya’ya göç etmişler. Müslümanlar, Vietnam’da kalmışlar. Müzede bölgedeki en büyük tapınak olan “My Son” dan ve diğer  yerlerden alınan incelikle işlenmiş Hinduizm’e ait taş, toprak, bronz eserler sergileniyor.
Da Nang Şehir Müzesi, Güzel Sanatlar Müzesi ziyaret edilebilecek diğer yerler.
Her şehrin mutlaka bir pazar yeri oluyor. Sebze, meyve, deniz ürünleri, hediyelik eşya gibi bir çok şey satılıyor. Ayrıca yemekte yiyebileceğiniz küçük tezgahlar bulunuyor. Han Market’te böyle sevimli bir pazar. Burada fotoğraf çekip, egzotik meyveleri tadabilir, yerel halkla iç içe olabilirsiniz.
Da Nang Katedrali yada halkın değimi ile Pink Chirch’e ulaştığımızda Pazar ayini bitmişti. Kalabalık bir Çinli grupla papaz, rahibeyle sohbet ediyorlardı. Bizde bundan istifade içerisini gezdik. Vietnam’da ki kiliselerin ortak özellikleri Katolik olmalarına rağmen çok sade olmaları. Bahçelerinde, Hz.İsa’nın doğduğu samanlığa benzer; içinde Hz. İsa, Meryem, Yahya, koyunların olduğu özel bir köşe hazırlanmış olması. Sanıyorum havanın sıcaklığından bahçede ayin yapıyorlar.
Şehrin beş büyük köprüsü var. Dragon yani Ejderha köprüsü şehrin sembolü olmuş. Köprünün korkuluklarına sarılmış metal bir ejderha yapmışlar. Hafta sonları ışıklandırılıyormuş. Bizim programımızda da tesadüf Pazar günü oradaydık. Güneş battıktan sonra Ejderhanın kafasının olduğu çıkışa gittik. Oldukça kalabalıktı. Hatta biz fotoğraf çekip, etrafı incelerken kalabalık daha da arttı. Pazar akşamı olduğundan herhalde diyorduk ki, birden ejderha ağzından ateş saçmaya, biraz sonra su püskürtmeye başladı. Gecenin içinde çok güzel bir görsel şölen oldu. Her Pazar 20.45 – 21.00 saatleri arası bu gösteri tekrarlanıyormuş. Anladık ki herkes onu bekliyormuş. Giderseniz aklınızda bulunsun mutlaka izleyin!
BA NA HILLS   

1920’li sömürge yıllarında, 1.500 m. yükseklikte bulunan Ba Na tepelerine, sıcaktan bunalan Fransızlar için tatil beldesi olarak kurulmuş. Ortaçağ Fransız kasabası olarak planlanmış. Daha sonra yapılan eklentilerle gelişip güzelleşerek eğlence merkezine dönüşmüş. En önemli özelliği, 2013 yılında açılan, 5801 m. uzunluğunda ki teleferiği. “En uzun kesintisiz tek parça teleferik”, “En duraksız teleferik”  unvanları ile Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş. Ba Na Hılls teleferikleri, Da Nang’dan 23 km. ilerde. Fırsatı değerlendirip yarım günlük bir gezi planladık.
Sabah erkenden yola çıktığımızda hava sıcak fakat kapalıydı. Çok büyük, gösterişli bir kompleksin içinden teleferiklere ulaştık. İki tane çıkış, bir tane iniş olmak üzere üç teleferik hattı var. Her zaman olduğu gibi binlerce Çinli turist, sabahın erken saatine rağmen akın akın yukarı çıkıyordu. Biz de peşlerinden. İlk durakta inip tematik cennet, çiçek, aşk bahçelerini gezdik. Çin takviminde 2018’in köpek yılı olması nedeniyle bahçelerden biri köpek figürleri ile hazırlanmıştı. Rengarenk çiçekler, mis kokulu bahçeler yukarı doğru çıktıkça artan sis bulutu içinde masalsı bir görünümdeydi. Lınh Ung Pagoda ile dev Buda’yı gördükten sonra ikinci teleferikle köye çıktık. Büyük fıskiyeli havuzun etrafında üç katlı, yüksek tavanlı taş villalar ile katedral yer alıyordu. İyice artan sise hafif bir yağmur eklenince maalesef masalsılıktan çıkıp her şey görünmez oldu. Biz de kapalı alandaki fantasy parka girdik. Parkın teması, Jules Verne’nin “Dünyanın Merkezine Seyahat” ile “Denizler altında Yirmi Bin Fersah” adlı romanlarından alınmış. Dünyada ki benzersiz, kapalı eğlence bölgelerinden biriymiş. Tabi böyle anlatılınca fazla hayal etmişim. Bana çok sönük, sıradan geldi. Üç katı kös kös dolaşıp çıktık. Balmumu Müzesine ayrı ücret ödenmesi gerekiyordu. Zaten zamanımız dar olunca, transit geçip en tepedeki Stupa’ya yöneldik. Hava biraz açsa eminim çok güzel dağ, köy manzarası görecektik. Yoğun sis, çisenti bizi bitirdi. Zamanımız dolmuştu. Köyün üçte ikisini gezebilmiştik. Gözü yaşlı, kesintisiz iniş teleferiğine binip Ba Na Hill’e veda ettik. Gidecek olursanız, mutlaka tam gün ayırın yada bütçeniz el verirse köydeki otellerde bir kaç gün geçirip tadını çıkartın.
MARBLE MOUNTAİNS

Günümüzün ikinci yarısını 30 km. ilerdeki Marble Dağlarına ayırmıştık. Aslında  dağ değil. Kıyıya çok yakın kireç taşı tepeleri. Buradaki doğal mağaraları tapınak yapmışlar. Yetmemiş birde üstüne inşa etmişler. Tepelere, Çin felsefesine göre Dünyayı oluşturan beş elementin adı verilmiş. Metal, tahta, su, ateş, toprak.
Üzerinde en fazla tapınak olan, en popüler Su Dağını tercih ettik. İlk önce Am Phu mağarasına girdik. Mağara çok büyük. Burası Budizm, Hinduizm heykellerinden oluşturulmuş bir pagoda. Duvarlara heykeller oyulup, girinti çıkıntılara da heykelcikler yerleştirilmiş. Budanın bulunduğu giriş katından, aşağıya inen koridorlar ile  minik mağaracıklarda cehennemi anlatan heykelcikler var. Yukarıya çok dik çıkan kısmına ise cenneti anlatan heykelcikler yerleştirmişler. Tepeye uzanan dik geçit dışarıyla bağlantılı. İçeriye ışık geliyor. Hava hala kapalı olduğundan, fotoğraflarda gördüğümüz mükemmel ışık huzmesini göremedik. Yine de kaygan dik geçitten tepeye çıkıp, muhteşem manzarasını seyrettik.
Su dağının içinde dört tane mağara pagoda, dört tanede dışına inşa edilmiş pagoda var. İlk girişindeki asansör belki ilk yüz basamağı bertaraf etse de tapınakları görmek için yüzlerce basamak tırmanmanız gerekiyor. Pagodaların hepsi birbirinden ilginç.

Tepedeki seyir terası ise ayrı güzel. Bir tarafta Çin denizini, diğer tarafta dağları gözlerinizin önüne seriyor. Bütün yorgunluğunuza değiyor. Gezimizin sonunda tükenmiş bir halde aşağıya indik. Aslında diğer dağlarda ki tapınaklara da gidecektik ama halimiz kalmamıştı. Onlara uzaktan bakıp günün son noktası 20 km. ilerideki Hoi An’a doğru yola çıktık.

MY SON

Katılacağımız turları gitmeden önce satın almıştık. Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde ve Vietnam’ın yedi harikasından biri olan My Son tapınak-kuleleri için gün doğumu saatlerini tercih etmiştik. Firma bizi otelden sabah 4.30’da motosikletle aldı. Şimdiye kadar hiç motosiklete binmemiştim. Sabahın kör karanlığında “binmem, güvenli değil, kaskı bile yok!” deme lüksüm yoktu. Tanımadığım kişi ile ilk motosiklet yolculuğumu yaptım! Tur otobüsümüze kavuşmanın sevinci içinde, yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadık. Sabah 6.00 da günün ilk ziyaretçileri olduk. Hava kapalıydı. Güneşin doğuşunu göremedik. Doğsa bile, hayal ettiğim gibi tapınakların arkasından değil, dağların arkasından doğacaktı.
Kırmızı tuğla tapınak-kuleler, Champa uygarlığının Hinduizm’e inandıkları dönemde krallar tarafından kendileri için yaptırılmış. Üç binadan oluşuyor. Birinci bina, tapınak. Penceresi yok. Kapısı batıya bakıyor. Şiva, içerde Kral’ı karşılıyor. Şiva’ya hesap veriyor. Kapıdan geçiyor. İkinci bina, meditasyon odası. Düşünüp, kararlar alıyor. Üçüncü kısım Kral’ın, ailesiyle yaşadığı yer. Bu kompleks aynı zamanda dede, baba, oğul üçlüsünü oluşturuyormuş. Her Kral taş kitabelere adını yazdırıp, tapınaklarının önüne koyuyormuş. Artık adı asla silinemiyormuş.
Tapınaklar bölgesi geniş bir alana yayılmış. Savaş sırasında Vietnamlılarca üs olarak kullanılmış. Böyle olunca Amerika tarafından bombalanmış. Maalesef geriye pek bir şey kalmamış. Şimdi kalanlar koruma altına alınmış. Gittiğimizde restorasyon çalışmaları yapılıyordu.

Rehber “Cham’ların Vietnamlılardan çok farklı olduğunu; ellerinin, ayaklarının, gözlerinin daha büyük olduğunu” söyledi. Hükümetlerinin, ABD’nin savaşta attığı Napalm bombaları nedeniyle üç nesil çocuk yapmamalarını, doğanlarında özürlü olacakları konusunda uyardığını anlattı. Bizimle birlikte iki de ABD’li genç vardı. Süt dökmüş kedi gibi dolaşıyorlardı. Sinan’a “yaşanan savaşa, olaylara çok üzüldüklerini” söylemişler. Onların suçu yok. Maalesef geçmişteki hataları bizlerin düzeltme lüksü de yok!
HOİ AN

Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde olan şehir. M.Ö. 2.y.y. dan beri liman olarak kullanılmış. Cham imparatorluğu zamanında ticari başkent olmuş. Liman şehri olması nedeniyle çeşitli Asya kültürleriyle kaynaşmış. 1.300 üzerinde korumaya alınmış tarihi yapı bulunuyormuş. Thu Bon nehrinin etrafındaki  antik kentin binalarında Çin, Japon, Avrupa etkisi de rahatlıkla görülüyor. İki katlı ahşap binaların altı dükkan. Üstü, arka tarafı ev olarak kullanılıyormuş. Evler, sokaklar rengarenk Çin/Japon tipi fenerlerle süslü. Fenerler geceyi ayrı, gündüzü ayrı renklendiriyor. Burası araç trafiğine kapalı. Tuk tukçular, bisikletle gezenler, yayalar için düzenlenmiş. Gün içinde turist grupları akın akın geliyor. Daha çok sahilde ki otellerde yada Da Nang’ta kalıyorlar.
Hoi An’ın simgesi olan Japon Köprüsü, 17. y.y. da Japonlar tarafından Japon  mahallesini şehre bağlamak için yapılmış. 18 m. uzunluğundaki minik, tahta köprünün yan tarafında Budacı bir tapınak var. Köprünün bir ucuna maymun, diğerine köpek heykelleri yerleştirmişler.

Lune Production’ın etnik, egzotik müzik eşliğinde Vietnam’ın kültürünü, yaşantısını, masallarını anlattığı modern dans, akrobasi, tiyatro karışımı dört gösterisi var. Bunları Hanoi, Ho Chi Mınh, Hoi An şehirlerinde sergiliyor. Bilet fiyatları biraz pahalı. Biz en ucuz olanından aldık. “Mist” adlı oyunu ağzımız bir karış açık izledik. Turnelere de çıkıyormuş. Rastlarsanız hangi oyun olursa olsun mutlaka seyredin. Eminim sizlerde hayranlıkla izleyeceksiniz.
Hoi An’ın terzileri de çok ünlü. Akşam ölçü verip, sabah teslim alabiliyorsunuz.
Market akşam geç saatlere kadar açık. Yine de sabah erken saatlerdeki halini kaçırmayın.
Nerdeyse her şehrin yemekleri, sosları birbirinden farklı olunca ülke genelinde yemek kursları çok yaygın. Burada ki bir kursa katılabilirsiniz. Hoi An’ın yemekleri, sosları bizim ağız tadımıza yakın.
FESTİVAL

Birde Hoi An, uluslar arası okuyucu anketleri, dergilerde dünyada ki en iyi on yemek yerlerinden biri olarak gösterilmiş. 2016 yılından beride  Dünya Şefler Birliği’nin (WACS) katılımıyla Uluslararası yemek festivaline (HAIFF), “Dünyayı tat” sloganıyla ev sahipliği yapıyor. Festivalin üçüncüsü 11-17 Mart tarihleri arasında yapıldı. Ne tesadüf bizde tam o günlerde oradaydık. Dünya Şefler Birliği Başkanı Thomas A. Gugler dahil 12 ülkenin Olimpiyat altın madalyalı şefleri festivalde yer alıyordu. Kore, Çin, Ekvator, G. Afrika, Slovenya, Fransa, Almanya, İsviçre, İspanya, Japonya, İngiliz Polinezya’sı veeee TÜRKİYEEE! Nehir kıyısında ki parka küçük stantlar hazırlamışlar, ülkelerin isimlerini ve bayraklarını koymuşlardı. Festival akşam yapılıyordu. Akşam olmasını iple çektik. Havanın kararması ile kortej eşliğinde bayraklarla hepsi birbirinden ünlü WACS Şefleri yürüyüşe geçtiler. Biraz sonrada her Şef, Vietnamlı yardımcıları ile stantlarına yerleşti. Daha önce hazırladıkları yöresel yemeklerinin hem tanıtımının, hem de sembolik fiyatlarla satışının  yapılışına başladılar. Bizde büyük bir heyecanla Türk standına geldik. Şefimiz Dr. Emrah Köksal Sezgin; merakla bekleyen kalabalığa, Vietnamlı yardımcılarının özenle servis yapmasına eşlik ediyordu. Direk “Kolay gelsin. Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye atladık. Teşekkür edip bizi de standa aldılar. İki yıldır festivale katılan, WACS üyesi, Adnan Menderes Üniversitesi Öğr. Gör. Dr. Hocamız, bizi eşi Öğr. Gör. Ahu Sezgin ile tanıştırdı. O akşam Hoi An’da ki tek Türk bizlerdik. Menümüzde “hünkar beğendi”, birde “simit” vardı. Hocamız, Vietnamlılara simit yapmayı öğretmiş. Hepsi çok lezzetliydi. Hocam hem “Hünkar Beğendi”yi ikram etti, hem de yazımın başında sizlerle paylaştığım hikayeyi anlattı! Ülkemizi uzak diyarlarda tanıtan, temsil eden Hocamızla gurur duyduk. Başarılarının devamını dileriz.
Diğer stantlarda da ünlü şeflerimizin birbirinden değişik yemeklerini denedik. Bizim için en ilginç olanı İtalyan Şef Domenico Maggi’den orikette yapımını öğrenmemiz oldu. Şefimiz en son gittiğimiz yerlerden Locorotondo’lu olunca memleketi üzerine çok güzel sohbet ettik.
Sanıyorum yoruldunuz. Kafanızı şişirmeyeyim. Herkese hayırlı Ramazanlar dilerim. Allah tekrarına kavuştursun. Sağlıcakla kalın..

Loading

Paylaş :

Comment here