Kategori Dışı

Çevresel Borç

 

Çevresel veya ekolojik borç, doğal kaynakların sürdürülebilir şekilde kullanılmamasının maliyetlerinin, kaynaklara sınırlı erişimi olan ve bu kaynaklardan adil şekilde yararlanamayan taraflarca ödenmesini ifade ediyor. Şu bir gerçek ki özellikle Sanayi Devrimi’yle beraber dünyada esasen iki grup ortaya çıktı. Bir tarafta doğal kaynakları kullanarak sanayileşen ve haliyle zenginleşen ülkeler yer alıyor. Bu ülkeler yakın zaman kadar çevre üzerinde oluşturdukları olumsuz etkilere (karbon ayak izi, su ayak izi, biyoçeşitliliğin bozulması vs) neredeyse hiç aldırış etmedi. Diğer tarafta ise bu ülkeleri zengin etmek için çalışan, yani sömürge haline gelen, doğanın zenginliklerinden çok az faydalanan ve tabii ki düşük gelir seviyelerini kabul etmek zorunda kalan ülkeler yer alıyor. Bu sürdürülemez düzenin faturasını az veya çok, doğrudan veya dolaylı olarak geri kalmış (belki de bırakılmış demek daha doğru) ülkeler ödüyor. Çevresel borç kavramı da bu konuya odaklanıyor. Gelişmiş, sanayileşmiş, her alanda ilerlemiş ülkelerin dünya kaynaklarına erişimde fırsat eşitliği olmayan ülkelere borçlu durumda yani.

Ekolojik borç kavramı, 1990’larda ortaya atıldı. Latin Amerika’da bulunan bazı sivil toplum  kuruluşları tarafından, özellikle Şilili bir olan kuruluş Acción Ecológica tarafından geliştirildi. Bu kuruluşlar, doğal kaynakların sürdürülemez şekilde sömürülmesi ve bundan kaynaklı çevresel bozulmalardan, özellikle de Güney Amerika kıtasının doğal kaynaklarının yaygın bir şekilde yağmalanmasından en çok zarar gören toplumlara yüklenen ve ne yazık ki adil olmayan bir yük olduğunu iddia etti. Bunun ekolojik borç olarak kabul edilmesi gerektiği savunuldu.

1980’lerde bu ülkelerin mali borçlarındaki patlamanın üzerine ekolojik borç kavramı derinleşmeye başlamıştı. Yapısal uyum politikalarına tabi olarak borçlarını ödemelerini emreden uluslararası finans kuruluşlarının kendilerine uyguladığı baskı, Güney’den Kuzey’e önemli finansal transferlerin gerçekleşmesine neden oldu. Ekolojik borç Kuzey’in “gelişmiş” ülkeleri tarafından kreditör rolünü üstlenen Güney’in “gelişmekte olan” ülkelerine olan borcu ifade ediyor. Bu bakış açısı ve kavramsal değişimin politik önemi, sanayileşmiş ülkelerin kalkınmasının yenilenemeyen doğal kaynakların sömürülmesi yoluyla mümkün kılındığını ve Güney’den çok az maliyetle çıkarıldığını vurgulamasında yatıyor. Bu durumda, ekolojik borcun kabulü, insanlar arasında sosyal adaleti tesis etmenin bir yolu olarak düşünülüyor.

Ekolojik borç kavramının gelişiminin kökleri, özellikle 1992’deki Rio Dünya Zirvesi’nde belirgin hale gelen küresel düzeyde artan ekolojik farkındalıkta yatıyor. Bu zirvede ortaya çıkan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, dolaylı olarak 1997 Kyoto Protokolü’nde de yer bulan bir fikir olan ekolojik borç yaklaşımını ortaya çıkardı. Üye devletlerin, iklim değişikliğinin sonuçlarından eşit olmasa da müşterek olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Her üye devlet, iklim değişikliğini kontrol altına almak ve hatta yönünü tersine çevirmek için formüle edilen politikaların uygulanmasında bir rol oynamak zorunda kalacaktı. Fakat sanayileşmiş ülkelerin taşıdığı belirli tarihsel sorumluluklar mevcuttu. Bu ülkeler sadece kişi başına en fazla sera gazı salan ülkeler olmayıp aynı zamanda on sekizinci yüzyılın sonundaki Sanayi Devrimi’nden bu yana atmosferde biriken sera gazlarının %75’inden sorumluydular. Bu nedenle Kyoto Protokolü’nde sadece sanayileşmiş ülkeler emisyonlarını azaltmakla yükümlüydü.

2009’daki Kopenhag Zirvesi’nden günümüze kadar iklim değişikliği konusundaki uluslararası müzakerelerin genel amacı, bu yükümlülüğün ortadan kaldırılması ve yerine bağlayıcı bir çerçevenin yokluğunda tek tek devletler tarafından üstlenilen gönüllü ve sözleşmeye dayalı taahhütlerin getirilmesi ve uygulanmasından ibaret olmuştur. İklim istikrarını sağlamak için piyasa temelli mekanizmalar da ekolojik borç kavramanın daha sistematik ve uygulanabilir hale getirilmesini sağlayabilir.

Ekolojik borcu insanlar veya toplumlar arası bir borç olarak algılamak çok doğru bir yaklaşım değildir. Ekolojik borç kavramı, insan ilişkileri alanını aşmakta; insanların ve insan toplumlarının yeryüzüne ve ekosistemlerine olan borcunu da içermektedr. Bu nedenle, insanlar ve topluluklar arasındaki “kredi” alışverişinden ve sosyal adaletin teşvikinden bahsetmek tek başına yeterli değildir, çünkü burada alacaklı olan taraf doğrudan biyosferin kendisidir. Bu nedenle, ekolojik borcun daha derin bir anlama sahip olduğunu düşünmemiz ve sürdürülebilirlik farkındalığıyla bireysel olarak doğaya borcumuz olduğunu anlayıp gerçekleştirdiğimiz her eylemde bunu gözetmemiz gerektiğini unutmayalım.

Dilek Aşan

Loading

Paylaş :

Comment here