Gezi

Kutsal topraklara doğru -1- Tel-Aviv ve Yafa

Yıllar önce annemle sohbet ederken “Gülçin, Kudüs’e giderseniz ben de gelmek istiyorum.” demişti. Ben de ona “Anne, İsrail çok karışık. İnşallah sakinleştikleri bir zaman gideriz.” demiştim. Aradan uzun zaman geçti. Ama İsrail’in, Filistin’i yok etme çabaları ve Filistin’in topraklarını kurtarma, özgürlük mücadelesi hiç bitmedi. Bu topraklardaki karışıklık, savaş, kan ve ölüm devam etti. Tabii annem de bu sürede iyice yaşlandı ve nerdeyse 80 yaşına geldi. Bastonsuz yürüyemiyor ve dizleri ona büyük problem çıkartıyordu. Bu süreçte annemin Kudüs’e gitme isteği hep kafamın içindeydi. Ne yapsak diye kara kara düşünüyordum ki ucuz uçak bileti kampanyasında Kudüs’ü gördük.Daha fazla beklemeye gerek yoktu çünkü zaman aleyhimize işliyordu. Her şeyi göze alıp hemen annemi aradık. “İsrail’e gidiyoruz. Geliyor musun?” dedik. Annem bizden yürekli çıktı. “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Geliyorum!” deyince İsrail maceramız başladı.

Annemin Hayallerine Doğru

Hep bizim mi hayallerimize dokunacağız? Bu sefer annemin hayallerine dokunmak için harekete geçtik. Annemi yormamak için 10 günlük kısa bir yolculuk organize ettik. İlk 3 günü Tel Aviv’e, geri kalan kısmını Kudüs’e ayırdık. Annemin yürüme güçlüğünden dolayı her yeri araçla gezmeyi planladık. Filistin bölgesinde bulunan Bethleem ve Hebron (El Halil) şehirlerineyse Kudüs’den günü birlik gidip gelecektik. Sinan buna göre aracı kiraladı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı!

Bizden yaklaşık 2 ay önce İsrail’i gezen arkadaşlarımızla konuştuk. İlk uyarıları İsrail’de kiraladığımız aracın Filistin bölgesine geçiş izni olup olmadığını kontrol etmemiz oldu. Gerçekten aracın Filistin’e geçiş izni yoktu. Sinan günlerce Filistin’e geçebileceğimiz bir araç aradı ama bulamadı. Tam Bethleem ve Hebron’a gitmekten vazgeçmiştik ki, Filistin’de bir taksi şoförünün telefon numarasını bulduğu ve onunla anlaştığı müjdesini verdi. Bu arada annemin vizesi de çıkmıştı. Artık her şey hazırdı.

Annemle birlikte toplam altı kişiydik ve çok heyecanlıydık. Uçağımız çok erkendi. Problemsiz geçen bir uçak yolculuğundan sonra Ben Gurion Havaalanına indik. Okuduklarımız ve duyduklarımız İsrail’in girişte ve çıkışta çok problem çıkardığı, nerdeyse insanları canından bezdirdiğiydi. Bizim için sıkıntı değil de annem ayakta bekleyemez, onların sorularına cevap veremezdi. Kafamızda deli sorular ve heyecanla uçaktan inip pasaport kontrole gittik. Sinan görevliye aile olduğumuzu söyledi. Bizi hep birlikte aldılar. Sadece pasaportlarımızı kontrol edip geçişimize izin verdiler. Ne sorgu, ne sual, ne bekleme. Anlayacağınız kuş gibi uçup geçtik! Yani olanlara biz bile inanamadık. Havaalanından aracı alıp Tel-Aviv’e doğru yola çıktık.

Tel-Aviv

İlk dikkatimizi çeken protestolar oldu. Binyamin Netanyahu’nun yargı düzenlemesine karşı olan halk araçlarını bayraklarla süsleyip konvoy halinde kornalara basarak geziyor, köprülerin üzerinde toplanarak bayrak sallayıp slogan atıyordu.Protestocuları izlerken yaklaşık bir saatlik yolculuğumuzun nasıl geçtiğini, şehre nasıl ulaştığımızı anlamadık.

İbranice “Bahar Tepesi” anlamına gelen Tel-Aviv’in geçmişi çok fazla değil. Asıl büyümesiniİkinci Dünya Savaşında Almanya’dan kaçan Yahudiler sağlamış. Kuzeyden gelen göçmenler, çöl ve Akdeniz ikliminin sıcaklığını en aza indirmek için bol gölgelikli, açık renkli tasarladıkları bu binalar Bauhaus akımının en güzel örneklerini oluşturmuş. Bizde annemi yormamak için Dizengoff, Bialik, Kalisher, Mazeh caddelerini yavaş yavaş araçla gezdik.Dışarıdan gördüğümüz kadarıyla geniş balkonlu, ferah evler vardı. Balkonların büyük kısmı çiçeklerle süslüydü. Ancak binaların bir kısmının boyaları güneş, nem ve rüzgârın taşıdığı deniz tuzuyla tahrip olmuş yeniden boyanması gerekiyordu. En çok Rothschild Bulvarını beğendik. Bulvarın ortasında bisiklet ve yürüyüş yollarıyla yüksek ilginç ağaçların süslediği ferah caddede kaykaycılar, bisikletçiler, yayalar huzur içinde yürüyorlar ve kafelerde, banklarda oturuyorlardı. Bu caddeye yaptığı cömert bağışlar nedeniyle Baron Edmond James deRothschild’in adını vermişler. (Ne kadarlık bir bağış yaptığını merak mı ettiniz? Satın aldığı toprakları İsrail kurulurken bağışlamış!) Ayrıca 1948 yılında İsrail devletinin kuruluşu bu caddede açıklanmış.

Deniz kıyısı boyunca harika plajlar, yürüyüş ve bisiklet yollarıyla, otoparklar var. Aslında niyetimiz denize girmekti bunun için mayo bile almıştık fakat çok sert rüzgar ve iri dalgalar vardı. O yüzden sadece kıyı boyunca yürüyüş yapıp denizde batan güneşin harikulade renklerini izledik.

İlk geldiğimiz gün heyecan ve panik halindeydik. Kiralık aracımızı önümüze çıkan ilk otelin park yerine bıraktık. Şehirde ücretsiz park yeri yok. Mutlaka ücretli bir park alanına bırakmak gerekiyor. Ücretini sormak aklımıza bile gelmedi. Bir tabela var ama biz okuyamıyoruz. Kısacası aracın gecelik ücreti bize çok çok pahalıya mal oldu. Tabi gözümüz açıldı. Ertesi gün açık hava park yerlerinden birine bıraktık ve nerdeyse ilk ücretinin onda birini ödedik. Kıssadan hisse İsrail’in nerdeyse bütün şehirlerinde araç park yeri önemli ve dikkat edilmesi gereken bir sorun!

Hostelimiz Nefe Tzedek Yahudi mahallesindeydi. Pencerelerimizden bulvar görünüyordu. Akşam geç geldik. Dikkatimizi çekense genç bir adamın sırt üstü kıpırtısız yolun ortasındaki yeşil alanda yattığı oldu. Arasak, hangi numarayı arayacağız? Hadi aradık ne diyeceğiz? Neyse bir süre bekledik. Sürekli camdan bakıyoruz. Adam kıpırdamıyor! Birden ambulansın sirenini duyduk. Anlaşılan birisi haber vermiş. Polis yolu kapattı. Bütün bu patırtı kütürtüde adam hala kıpırdamıyordu. Sonunda sağlık görevlileri adama müdahale edince adam uyandı. Aralarında nasıl bir konuşma geçti bilmiyorum ama adamın elini kolunu sallamasından ve kimsenin hiçbir şey yapmadan gitmesinden anladığım, sarhoş ve evsiz adamın yardım istemediği oldu. Herkes gittikten sonra adam uykusuna kaldığı yerden devam etti! Ondan sonra her gece caddeyi kontrol ettim. Adam üstüne aldığı bir takım örtülerle araçların yaptığı gürültüye aldırmadan caddenin ortasında uyudu.

Yine şehirde dikkatimi çeken, pek çok kişinin tasmalı köpek gezdirdiği fakatbaşıboş sokak köpeğinin bulunmadığı oldu. Kedilerse her yerdeydi ve herkes onları besliyordu.

Yafa

Yaklaşık 4.000 yıllık bir geçmişi olan Yafa, dünyanın en eski liman kentlerinden biri.Tel-Aviv’le birleşmiş. Koskoca antik şehir Tel-Aviv’in bir mahallesi olmuş durumda. Ortaçağın taş evleri limanda kale gibi duruyor. Hele daracık arka sokakları insanı farklı bir zaman ve mekâna taşıyor. Ağzınız bir karış açık etrafı seyre dalıyorsunuz.

Tarih boyunca pek çok devlete ev sahipliği yapan Yafa bir dönem Osmanlı’yı da ağırlamış. Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25.yılı onuruna yapılan saat kulesi şehrin tam göbeğinde. Pek çok tadilat geçirmiş olsa da hala tıkır tıkır çalışıyor.

Çok yakınında bulunan Osmanlı çeşmesininse musluklarını çıkartmışlar. Üç musluklu, tuğralı büyük mermer çeşme yine de zamana meydan okuyor,

Hemen yakınında bulunan Mahmudiye (Ulu) Camisi ise Müslümanlarca hala kullanılıyor. İçi geniş, ferah. Kubbesi, hat sanatı vekalem işi süslemelerle zenginleştirilmiş. Kapıdaki görevliler nereden geldiğimizi sorarak Müslüman olduğumuza karar verdiler. Sonrada biraz sohbet edip bize hurma ikram ettiler.

Yafa’nın sahiline yapılan seyir terası hem Yafa’yı hem de arkada Tel-Aviv’i görmenizi sağlıyor. Gittiğimizde denizde dalgalarla güreşen sörfçüler işbaşındaydı.

Sahilde bulunan El Bahr Camisi şehrin en eski camisiymiş. Söylentiye göre şehirde yaşayan denizcilerin eşleri, kocalarının sağ salim eve dönmesi için bu camide dua ederlermiş. Herhalde hem dua edip, hem de denizi gözleriyle kolaçan etmeleri kolay olduğundan burayı tercih ediyorlardı. Gösterişi olmayan küçük bir camii.

Ve sayfamızın sonuna geldik. Gelecek sayımızda Akka’da buluşmak üzere sağlıcakla kalın.

Hayallerinize dokunmanız dileğiyle….

 

 

 

Loading

Paylaş :

Comment here